Kaygı ve korku zaman zaman herkesin tecrübe ettiği temel duygulardır. İşlevseldir, kişiyi tehlikelerden korur, bir davranış sergilemesi için motivasyon oluşturur. Örneğin karşıdan karşıya geçerken üstünüze hızla gelen bir araba görüyorsunuz, eğer kaygı hissetmezseniz kendinizi bir anda ileriye atacak motivasyonu bulamazsınız ya da ormanda yürüyüş yapıyorsunuz, önünüzde hareket eden uzun ince bir cisim gördünüz; korkup kendinizi bir anda geriye çekmezseniz eğer bu tehlikeli bir yılansa size zarar verebilir. Veya önemli bir sınava girecekseniz, eğer hiç kaygı yaşamazsanız bu sınava hazırlanmak için gerekli motivasyonu yakalayamayabilirsiniz, ödevlerinizi zamanında yapmazsınız. Bu örnekler çoğaltılabilir. Buradaki temel mesele kaygı ve korkunun belli bir seviyeye kadar kişinin yaşamına hizmet ettiğini, onu hayatta tuttuğunu, tehlikelerden koruduğunu ve daha fazla çaba göstermek için motivasyon oluşturduğunu bilmektir. Yani kaygı bozuklukları çalışırken bizim temel hedefimiz kaygı ve korkuyu tamamen ortadan kaldırmak değil, onun işlevini anlamak, kaygıyı tanımak ve nasıl yöneteceğinizi bilmenizdir.
Kişi yoğun kaygı hissettiğinde vücudunda kaç ya da savaş tepkisini oluşturacak bazı değişiklikler meydana gelir. Kalbin hızlı atması, nefes alışverişte hızlanma, terleme, ellerin ve ayakların soğuması ve kan çekilmesi gibi. Bunların hepsi aslında kişiyi bulunduğu ortamdan kaçmaya ya da tehlikeyle savaşmaya hazırlayan otomatik beden tepkileridir. Peki tüm bunlar neden olur? Çünkü kaygı ve korkunun temel hedefi kişiyi hayatta tutmaktır. Burada da vücudun ilkel bir mekanizması olan otonom sinir sistemi devreye girer ve kişiyi olası tehlikelerden korumaya hazırlanır. Ancak problem şudur ki modern dünyada kişiyi bu hazırlığa itmesi gereken gerçek tehlikeler sınırlıdır. Kişinin kaygıları daha farklı şeylerden beslenir. Sınav kaygısı, performans kaygısı, sosyal ortamlarda bulunmanın verdiği kaygı, yeni birileriyle tanışmak, insan ilişkileri gibi. Bu nedenle kaygılı anlarda vücudun verdiği tepkileri fark etmek, anlamlandırmak ve vücuda nasıl rahatlayabileceğini öğretmek kaygı çalışırken ilk adımdır. Buradaki temel mesele şunu bilmektir: bedenin verdiği bu kaç ya da savaş tepkilerinin ortaya çıkmasına kişi engel olamaz çünkü otomatiktir. Ama gevşemeyi öğretmek kişinin elindedir.
Tüm bunların ışığında kaygılı bir anınızda içinizde oluşan o sıkışma, ortamı terk etme ve kaçma isteğini daha anlaşılır bulabilirsiniz. Çünkü beden size şunu söylüyor: Bir tehlike var hemen uzaklaş ya da bununla savaş! Tıpkı yılan ve araba örneğinde olduğu gibi. Bu tepki çok ani ve kısa sürede oluşur, böyle olması da gerekir çünkü gerçek bir tehlike durumunda durup düşünmek sizi tehlikeye atabilir. “Hmm acaba bu bir yılan mı yoksa bir çalı mı? Eğer yılansa hemen uzaklaşmalıyım ama eğer çalıysa uzaklaşmama gerek yok, o halde yakından inceleyeyim” diye durup düşünmenin sonucu yılanın sizi sokması olabilir. Ya da karşıdan karşıya geçerken “Acaba ne kadar hızla koşsam yeterli olur? Belki de çok hızlı koşmama gerek kalmaz araba beni görüp yavaşlar. Neden bu kadar hızlı geliyor ki kurallara uymuyor, onun hatası” şeklinde düşünmek o sırada hayatınıza mal olabilir. Bu nedenle kaygı ve korku işlevini yerine getirmek için çok ani tepkiler oluşturur. Ancak gerçek bir tehlike olmadığında verilen bütün kaygı tepkileri işlevini yitirir. Günlük hayatınızda bunu çok sık yaşadığınızda sizin de işlevselliğiniz düşer. Sürekli kaygılı olma, iç sıkışması, kaçma isteği, kalp atış hızında artış, ağlama isteği tüm bunlar gün içinde çok yorucu bir hale gelmeye başlar. İşlerinize odaklanamaz, sürekli yorgun hisseder bir hale gelirsiniz. Tüm bunlara özellikle boyun ve omuz bölgelerinde oluşan kas ağrıları eşlik eder. Geceleri uykuya dalmakta zorlanır bazen de gece uykularında bölünmeler yaşarsınız. Eğer bu durum uzun sürerse depresif belirtiler ortaya çıkmaya başlar. Çökkünlük hissi, isteksizlik enerji kaybı gibi. Önceden zevk alarak yaptığınız şeyleri yapmaz hale gelebilirsiniz. Bazen klinik başvurular bu şikayetle olsa da biz terapistler her zaman kaygıyı sorgularız. Çünkü depresyon görünümlü bir tablo aslında öncelikli olarak bir kaygı bozukluğuna eşlik eder hale gelmiştir. Bu nedenle doğru ayırıcı tanı yapmak, öykünün başlangıcını alıp kaygıyı ayırt etmek gerekir. Böyle bir durumda kaygı bozukluğu tedavi edildiğinde depresif belirtiler de zamanla ortadan kalkar.
Kaygı bozuklukları kendi içerisinde ayrılır ve hepsinin tedavi protokolü farklıdır.
- Panik Bozukluk
- Sosyal Anksiyete
- Yaygın Kaygı Bozukluğu
- Hipokondriyasiz (Hastalık Kaygısı)
Hepsinde ortak olan tedavi noktaları da mevcuttur. Örneğin kaygıda yaşanan beden duyumlarını tanımak, bilmek ve neden ortaya çıktığını anlamak bunlardan ilkidir. Özellikle Panik Bozuklukta beden duyumlarına yönelik çalışmak nefes ve gevşeme egzersizleri öğrenmek önemli bir aşamadır. Ayrıca anda kalma teknikleri bütün kaygı bozukluklarında tedaviye dahil edilir. Kişinin kaygılı düşüncelere kapıldığı zamanları anda kalma teknikleriyle yönetmesi hedeflenir.
Düşünce içeriğiyle çalışmak kaygı bozukluklarında önemli bir aşamadır. Felaketleştirme, ya olursa ? gibi düşünme biçimleri kaygılı kişilerde çok sık rastlanır. Zihinde felaketleştirilen senaryoları ve “ya böyle olursa?” şeklinde yarım kalmış resimleri ele almak gerekir. Olabilecek her şeyi en kötü sonuçla düşünmek, sürekli kötü bir şey olacakmış hissiyle yaşamak kaygıda en sık karşılaştığımız durumlardan biridir. Düşünce içeriğiyle çalışmak bu alanlara odaklanmayı gerektirir. Ancak belli bir aşamadan sonra sürekli düşünceyle uğraşmak, her zaman düşünceye cevap vermeye çalışmak işlevsiz bir döngüye sebebiyet verebilir. Kaygılı düşünceyi denizin üstündeki bir topa benzetebiliriz. Denizde yüzeceksiniz ama kırmızı renkli bu topu görmek istemiyorsunuz çünkü sizi çok rahatsız ediyor, dikkatinizi dağıtıyor, yüzemiyorsunuz. Topa bastırıp denizin dibine göndermek istiyorsunuz. Bütün gücünüzü buna harcıyorsunuz fakat bir süre sonra ne olur ? Hem kolunuz çok ağrır hem de top denizin dibine batmak yerine daha yukarıya fırlar. Kaygılı düşüncelerle sürekli meşgul olmak da buna benzer. Topu denize batırmaya uğraşarak vakit kaybedersiniz. Arkadaşlarınız yüzer, oyunlar oynar siz de onların yanına gitmek yüzmek istersiniz ama topla uğraşmaktan yorulmuşsunuz ve zaman kaybetmişsinizdir. Artık yüzmeye dair isteğiniz azalır keyif alamazsınız. Tıpkı kaygıyla meşgulken hayattan keyif alamadığınız gibi.
Tüm bunlarla beraber kaygılı kişilerin zamanla kaygıyla ilişkili bazı davranışları sık sergilediği ya da bazılarından kaçındığı görülmüştür. Tedavide bu davranışları da ele alıp kişiyi yeniden hayatın normal akışına döndürmek ve keyifle yüzmesini sağlamak hedeflenir. Amaç hiç bir zaman kaygının bir daha tekrar gelmemesini sağlamak değildir. Bu mümkün de olmayabilir. Zaten daha önce de bahsettiğimiz gibi kaygı işlevsel bir duygudur ve kişiyi ortaya koyması gereken davranışları için motive eder. Tedavide asıl amaç kaygıyı anlamak, kişinin kendi kaygı döngüsünü fark etmesini sağlamak ve kaygıyı yönetmesini sağlamaktır. Tüm bunların sonucunda kaygılı düşüncelerin gelme sıklığının da azaldığı görülür. Kişi artık kırmızı topla bir mücadele halinde değildir, gözü ona daha az çarpar ve görse bile yüzmeye devam edebilir.
Neden Kaygı Bozukluğum Var?
Kaygı bozukluklarını tedavi ederken neden sorusu tabi ki önemlidir. Kişi bunu bilmek ister çünkü yaşadığı kaygı durumunu anlamlandırmaya çalışır. Ancak asıl önemli soru kaygının NASIL sürdüğüdür. Yani kişinin yaşadığı kısır döngüyü ortaya çıkarmak, bunu besleyen düşünce ve davranışları fark etmek ve bu kısır döngüyü değiştirmek için hamleler yapmak nasıl sorusuyla mümkün olur.
Neden sorusuna gelecek olursak; burada biopsikososyal model anlaşılır bir açıklama sunmaktadır. Kaygının biyolojik+psikolojik+sosyal nedenlerle ortaya çıktığını söyler. Biyolojik kısım aktarılan genlerle bağlantılıdır. Depresyon ve okb gibi kaygı bozukluklarının da genetik aktarımla ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Yani eğer ailenizde kaygı bozukluğu ya da okb yaşayan bir yakınınız varsa, -bu anne baba olabilir, dayı hala, teyze, babaanne, anneanne de olabilir- genetik olarak size aktarılabilir. Kaygı bozukluğu çalıştığım bütün hastalarım ailelerinden genetik olarak benzerlik gösterdiği yakınlarının olduğunu dile getirmişlerdir. Ancak burada şunu söylemek gerekir: Kaygı genini taşıyan herkes ilerde kaygı bozukluğu geliştirir mi ? Hayır. Kişi kaygılı mizaçlı olabilir. Daha ayrıntılı düşünen, biraz daha içe dönük, hassas yapıda biri olabilir ancak bu bir bozukluk değildir ve tedavi gerektirmeyebilir. Kaygı geni taşıyan biri erken çocukluk döneminde kaygılı bir ebeveyni modellediyse veya eleştirel bir ortamda büyüdüyse, sert mizaçlı bir öğretmene denk geldiyse kaygısı beslenir. Bu adım psikolojik olan kısmı açıklamaktadır. Çocuk içsel kaygısını besleyen durumlara maruz kaldıkça psikolojik olarak bu durumdan etkilenir. Bir de sosyal yani çevre dediğimiz faktör vardır. Kişinin kontrolünde olmayan başına gelen olayları temsil eder. Örneğin bir doğal felaket deprem gibi, küçükken kaybolmak, bir kayıp yaşamak ya da travmaya maruz kalmak kişinin kaygı bozukluğu geliştirmesinde etkili olur. Tüm bu üç faktör birleştiğinde biopsikososyal model kişinin kaygı bozukluğunu anlamlandırmasına yarayabilir. Ancak tedavide asıl odaklanılan yer daha önce de bahsedildiği gibi kaygının nasıl sürdüğüdür. kişinin şimdiki hayatına odaklanılır ve kaygı anında ortaya çıkan duygu düşünce ve davranışlarla çalışılır. Eğer tedavide süreç devam eder ve danışan da erken dönem yaşantılara odaklanmak isterse kaygıyla ilişkili temel inançlara odaklanmak da tedavinin bir parçası haline getirilebilir.
Bir cevap yazın